Tuesday, January 26, 2010

filmler kitaplar müzikler...

bir heyecanlandım yine...
çöl yazayım istedim... ya da yazanları, çekenleri, besteleyenleri... bir şekilde çölle ilişkili ne var ne yoksa koyayım istedim bu bloga...
çöl filmi 1:

english patient...
görmek lazım... bakmak lazım... etkileyici olduğunu cebe koymak lazım :)

çöl ve 1930lar....


english patient'ı izledim bu akşam.... yine, yeniden... bir daha.... her sahneyi biliyorum... yakında replikleri bile söylemeye başlayabilirim duraksamadan...
ve yine bayıldım... hikayeye... hüzne... insana...
bir film aynı anda bir sürü gel-git yaratıyor bende...
bir yanım diyor ki ne ala film... hem 1930lar, hem de çöl var içinde... hangisini daha çok seviyorum diye koyuyorum elbette kefeye elma ve armutu...
ve fakat biliyorum ki her ikisi de büyülü... çöl... bu kadar ıssız ve bu kadar canlı...
bu kadar tehlikeli... ve bu kadar huzur verici...
1930lar.... bu kadar aklı karışık, akılsız, çok akıllı... ve aptal ve parlak.. ve çaresiz... ve olasılıklarla dolu oldu mu hiç biz insanlar yirminci yüzyılda acaba...

aynı film bana biz insanların ne kadar "insan", ne kadar sevgi dolu, ne kadar acımasız olabileceğini de hissettiriyor her dakikasıyla... her karakteriyle... uçak için casusluk yapmak, aşk için kocayı aldatmak, sevgili için haritaları vermek... ve bir sahne var filmde...
english patient haritaları almanlara vererek kaç kişinin hayatını tehlikeye attı diye soruluyor... bir sürü insan öldü diyor moose... english patient cevap veriyor bir sürü insan ölüyordu zaten, sadece başka insanlardı... ne etkileyici....

bugün yeni bir şey daha düşündürdü bana... katharine diyor ki çölde ölmek istemiyorum...
bir taraftan ne üzücü diye düşünüyorsun durumu... ne üzücü... yalnız, karanlıkta, aç, acı çekiyor ve beklerken ölüyor... öte yandan ne ilahi... öldüğü mağara yüzyılları taşıyor üzerinde... kadim yüzen insanların mağarası...
ve yine ölümü aşk hikayesini anlatılası, özenilesi ve hatta efsanevi yapıyor... başka bir kadına hayata tutunmak için yol gösteriyor... hatta tüm o yanıklarla yaşamak zorunda kalan kont, bir başka hayatın, yine hayata tutunmasına neden oluyor...
büyülüeyici geliyor zaman zaman hayatın örgüsü...

Wednesday, January 20, 2010

nerden tutsam...


2010 biraz garip geldi... hoş gelmiş tabi... n'apacaksın....
ama bu ocak ayında çok iyi hissetmedim doğrusu.... dün Hrant'ın sene-i devriyesine gittim. güzel insan, barışı arayan, kovalayan insan Hrant'ın öldürülmesi üzerinden 3 sene geçmiş... halbuki ne kadar dün gibi hatırlıyorum o günü... radyoya programa gidiyordum. otobüste... trafik yürümüyor. n'oldu, hay allah, geç kalıyorum derken otobüsten indim ve yürümeye başladım. kurtuluş köşe noktada bir kalabalık. polisler. saat 3'ü biraz geçiyor, biliyorum, zira program 4'te başlıyor. konuğumuz o gün pelin esmer... anlamadım ne olduğunu. koşarak radyoya programa yetişmeye çalışıyorum. ancak tatsız birşeyler olduğunu farkettim. hiç aklıma gelmedi, agos'un önü olduğu... radyoya girdim, köşede bir kalabalık var, kusura bakmayın trafik kilit geç kaldım, demeye kalmadı... hrant dink'i vurmuşlar dediler. vurulmuş, ölmüş mü demeye kalmadı...
ne hissettiğimi hatırlamıyorum doğrusu.... sadece bugün, o güne ilişkin ne hissettiğimi söyleyebilirim... ama söyleyeceğim bugünün, o günü anlatısı olur olsa olsa...
ajandamda yazıyor, 19 ocak hrant dink'in ölüm yıldönümü diye...
dün karın altında agos'un önündeydik. ben ve benim gibi bir sürü insan... tıpkı 3 yıl önce önüne gittiğimiz gibi...
böcek gibi hissettim kendimi... ve tam kızgınlık, hayal kırıklığı arasında gidip gelirken babası öldürülen bir çocuk, babasının öldürüldüğünü haykırınca tutamadım göz yaşlarımı...