Wednesday, December 28, 2011

kadını korumak....

İnsan doktora tezini "1950lerde türkiyede üreme politikası" üzerine yazınca, üreme ve aile ile ilgili ne söylense kulağı açık, delik oluyor....
memlekette her gün 3 kadın öldürülünce, adından kadın kaldırılan ve yerine "aile" yerleştirilen bakan ve bakanlık, kadın örgütlerinin yoğun çabası sonucunda harekete geçti.
Kadını şiddetten koruma tasarısı, kadın örgütlerinin geri bildirimlerini de - bölük pörçük de olsa - alarak oluşturuldu. Yüzdü yüzdü kuyruğuna geldi ve Bakanlar Kurulunu'nun kapısını çaldı.
ve.... bakanlar kurulundaki ERKEKLER dediler ki.... "yakın ilişki yaşayanlar" ifadesi atıldı. Tedbirler sadece resmi nikâhlılar, boşananlar ve nişanlılar için geçerli olacak.
bu haber üzerine cnnturk'teki medya mahallesi programında bir gazeteci dedi ki, "aile içindeki kadının korunması normal zaten"....
sıklıkla ataerkil ve muhafazakar akıl tarafından kullanılan bir sav bu...kadın "birey" olarak değil, yüklenen görevleri üzerinden tanımlanan, aileye - dolayısıyla doğurma ve bakım işlerine - içkin bir "nesne"ye dönüşür.
Korunması gereken kadın, "sahibi - içkinliği" olan kadın olarak karşımıza çıkar. ilgili kodların dışında kalan kadının korunması ise, zaten, hem gerekli değildir, hem de makbul değil....
yani örneğin ben 29 ekim'de evlenen bir kadın olarak koruma hakediyorum ama 28 ekim'de etmeyecektim. zira biz hiç nişanlanmadık :P
2011 yılında sıklıkla aklıma düştü... ne çok benziyoruz 1950lerin diline ve aklına...
hayırlara vesile olsun bu akıl....

Wednesday, December 07, 2011

sertifika hangi kaygılara gark eder...


bu aralar devamlı bir gözden geçirme süreci yaşıyorum döngüsel olarak... gün içinde olanlar, bana son deneyimlediklerimi hatırlatıyor...
sertifika programını yeniden yapılandırmak gibi bir derdimiz var bu ara... nasıl yapalım, kime yönelik olsun, dersler ve içerikleri derken nasıl bu noktaya geldiğimizi konuşmaya başladık...

program, aslında sivil toplum örgütlerini güçlendirmeyi, daha işletme dili ve kafası üzerinden, kapasitelerini amaçlayan bir yapıydı. Başlangıçta, katılımcılar, programın içindeki tartışmalar, destekleyen sivil toplum örgütleri, kısaca tüm paydaşlar bütüncül bir güçlenme peşindeydi.
zaman geçtikçe, durum değişti. nasıl mı? şöyle ki... daha parçalı bir gelişim amaçlandı... örgütten ziyade, daha katılımcı odaklı... kariyere hizmet eden bir yapıya dönüştü... hatta cv'ye demek lazım belki de...
neden cv dedim... şu yüzden efendim... çok değil, bundan 3 sene önceki programda bir katılımcı derslere gelmiyor. malum programın amacı da katılımcıların derslere katılımlarını ve birbirlerinden öğrenmelerini sağlamak.
biz de bir yandan üniversite olduğumuz için, öte yandan katılımcıların derslere gelişlerini teşvik etmek için yoklama alıyoruz. yoklama ile ilişkili olarak da diyoruz ki "ey dostlar, bizim amacımız toplam 80 civarı saat ders var ya... hah işte bu süreçte en fazla programın %10'nu kaçırın, olur mu? eğer 8 saatten fazlasını kaçırırsanız derslere gelmeyin demiyoruz, ama bu durumda bir karşılık koymak için, ee zaten siz de sertifika için gelmediğinize göre bu yoklamayı aşanlara sertifika veremiyoruz diyoruz"....
derslere gelmeyen katılımcıya dedim ki, "arkadaşım, 12 saattir gelmiyorsun... çoktan sınırı geçtin. biraz toparlamak lazım, bir daha gelmemezlik yapmazsan idare ederiz, olur mu?"
olur dedi... çok teşekkür ederim dedii...
ertesi hafta konuk bir konuşmacımız var... ben de yoklama listesi ile derse gittim. elimde geçen haftaların yoklama listesi. amacım da tüm sınıfta dolaştırayım da, eğer eksik ya da yanlış bir yoklama olduysa katılımcılar düzeltsinler. imza atamadıkları olduysa, imzalarını atsınlar...
derste oturuyorum. sınıfta kim var, kim yok gözden geçiriyorum. katılımcıların başlattığı bir yoklama listesi önüme geldi. tam "yaw arkadaşlar ben zaten yoklama listesi getirmiştim" diyecektim ki..." fark ettim ki yoklama sorunun var diye konuştuğum Mister Valala, artık Mister Valala diye anacağım, katılımcıların dolaştırdığı listede 2 kere yazılmış...
alla alla... nasıl yani demeye kalmadan... Mister Valala'nın sınıfta olmadığını farkettim...
konuşmacı ara verdi, ben de sınıfa dedim ki "kim yazdı diye sormuyorum. ancak böyle bir programda, öğrenme değil, sertifika kaygısıyla imza atmanın biraz ayıp olduğunu düşünüyorum."

aradan 1 hafta geçti, Mister Valala derse geldi. ben de yapılanın ayıp olduğunu, zaten daha önce konuştuğumuzu ve ne gerek olduğunu sordum. Mister Valala, ne kadar yanlış anladığımı, buna benim kendisini mecbur ettiğimi söyledi. ben de Mister Valala'ya bunun zorunlu bir program olmadığını, ancak derslere devam edebileceğini söyledim. Bunun üzerine bağırmaya başladı ve onun kariyerine engel olmaya hakkım olmadığını, elbette ki bu programa kariyeri için devam ettiğini ve devam zorunluluğunun onu mecbur bıraktığını söyledi...
neyse... o şunu söyledi, ben bunu söyledim kısmını geçeyim...
Mister Valala sonunda sertifikasını aldı, çünkü ben o dille, o akılla daha fazla uğraşamadım. Mister Valala şu anda benim de çokça projelerinde yer aldığım bir örgütte çalışıyor...
Mister Valala kariyerinde ilerliyor....

Mister Valala'nın kariyerinde ilerlemesi hakkında konuşmanın anlamlı olduğunu düşünmüyorum. ancak programın kendisini, yapısını değiştirme konusunda benim için önemli bir gösterge oldu Mister Valala'nın durumu.
Ardından geçen 2 senede yaptığım diğer gözlemler de benzer sonuçları verdi. Şimdi yeni bir yapılanmaya giderken...
sertifikasyon modelini değiştirmenin tam zamanı diye düşünüyorum....
belli ki aklı değiştirmek çok kolay olmayacak.....

Tuesday, December 06, 2011

canım memleketim...

99 depremi hepimizin hayatını etkiledi... bazılarımıza etkisi büyük oldu, bazılarına ise daha sınırlı... benim hayatımı kökten değiştiren bir felaketti deprem... hayata bakış açımı, kurduğum ilişkileri, ilişki biçimlerimi.... her şeyi değiştirdi.... depremden hemen sonra sahada olmak, arkasındaki süreçte temel ihtiyaçların karşılanması için çalışmak derken öğrendim, kaydettim, uyguladım... aradan 12 yıl geçmiş... dile kolay...
12 yılda benim hayatımda depremin etkisiyle değişen dönüşen pek çok olay oldu...
van depremi'nin hemen ardından olan bitenleri takip etmeye çalışırken, bugün haberler beni bende ettiii... canım memleketim...

sakaryada 1300 haneyi, depremde hasar gören 1300 evi boşaltmaya karar vermişler... boşaltmaya ikna etmek için de doğalgaz, su ve elektriklerini kesmeye karar vermişler...
hımmmm.... 6 aralık 2011'de yapıyorlar bunu... kışın ortası... insanlar ne yapacak diye soruyorsanız, aşikar ki karar vericiler sormuyor, allah kerim... neyse.... insanlara bu güzide kararlarını ne zaman bildirmişler aciba dedim ben de kendi kendime... 24 kasım... 1999 değil, 24 kasım 2011.... yani 12 gün önce....


şimdi canım memleketim için sorulacak soru şu:
1999'dan beri insanların içinde yaşadığı hasarlı konutlar neden bugün 12 yıl sonra dert oluyor... dert edilmesin demiyorum... ama dert edilme biçimine huysuzlanıyorum...
o konutlarda yaşayan insanlar ne yapacaklar...
belli ki bavullarını alıp o evlerden çıkamayacaklar.... nereden mi biliyorum... çıkabilselerdi içeride oturmazlardı ki....

yani canım memleketim... 12 x 365 günün suyu çıktı da, aralık ayının güzide bir gününde, boşaltılmasına 12 gün kala mı haberdar ediliyor bu insanlar...
bravo valla....
kelimem bitti...
yine....
ne çabuk bitiyor bu kelimeler, bu ülkede onu hiç anlamıyorum işte...

Wednesday, November 30, 2011

keşke 10 yıl önce verdiğim kararıma sadık kalıp mübadele çalışsaydım... tüh bana...

Tuesday, October 18, 2011

kalınlaşan derim....


derim kalınlaşıyor... farkındayım...
o yüzden bu günü kalınlaşan derime hediye ediyorum....
yaşasın kalınlaşan derim, kalınlaşan kafam ve kalbim....
aciba buzdolabına kaldırsam olur mu....

Tuesday, October 11, 2011

kim ne demiş...

uzunca bir süre midemde taşıdığım, son zamanlarda da dilime düşmüş bir durum var... ee madem söyleniyorum, neden yazmıyorum dediğim bu konu hakkında iki cümle yazayım dedim...

epeydir memlekette süren bir hava var. hani ne söylendiğinden öte önce kimin söylediğine bakılıyor ya, hah işte o havanın aynısı sefgili arkadaşlarımda da var... yani ne söylendiği, hangi bağlamda söylendiğinden öte, kimin söylediği daha önemli oluyor sanki...
sanki söylenenler değil de, söyleyenler esas mühim olan...
elbette arkadaşlarım memleketten bağışık değil ya da diğer bir deyişle arkadaşlarımı buzdolabına koydum da olan bitenden bağımsız değiller elbette... ancak efendim biraz daha sağduyu, biraz daha şekerlik olur muydu aciba diye geçiyor içimden...
zira ne dendiğinden ziyade kimin dediğine bakmak, o kim'i bir yerlere yerleştirmek, o yerleştirileni çeşitli değerlerle donatmak, sağını solunu süslemek demek...
dahası bu durum memleket meselelerinden, kişisel ilişkilere kadar derinlikli...

anlayacağın sefgili blog'cum önce kendinden menkul meşruiyetini kanıtlayacaksın, ardından ne diyeceksen diyeceksin...
ötesinde ne dediğin, ne yaptığın... bunlar boş iş.....


Sunday, October 02, 2011

deneyelim bakalım :)

sizi yapmaya niyetlendiğim yepisyeniler listesi ile tanıştırayım... babylon'dan tutun da, iş sanat'a kadar tüm sanat sepetçilerin aylık programlarını alıp, - nasılsa konsere gidemeyeceğim için - getirilen şarkıcıların ve/ya grupların albümlerini toparlamaya çalışacağım.
hatta başladım bile... ilk aldığım program "istanbul zero" isimli küçük bir kitapçık... 1-30 eylül arası ne var, ne yok istanbul'da onu yazıyor... ilk seçtiğim grup maccabees, ikincisi ise tinariwen olacak...  bakalım bir aşk yaşayacak mıyız biz bu sevimli gruplardan biriyle... bakalım oluyor mu bööle :D 

Tuesday, September 13, 2011

keşke

keşke insanlar aldıkları paranın karşılığında bir sorumluluk duysalar...

Thursday, August 11, 2011

ben yanlışım, anladım...

memlekette ve dünyada olan bitenlerden sonra bugün kanaat getirdim, farkındalığım arttı (!) ve anladım: ben yanlışım...
en sona yazacağımı en önce yazdım...
sırasıyla son dönem olanları yazıyorum... böylelikle siz de anlayın neden ben yanlışım ve herkesler doğru....

- pazar günü beyoğlu'na çıktım sevdicek ve kuzenle... şöyle keyifli bir çay içelim, bir kahve içelim, iki sohbetlenelim diye... mandabatmaz'a gittik doğruca... istiklal caddesine açılan bir çıkmaz sokak kendisi (barcelona'nın yanındaki sokak nam-ı diğer)... çay ocağı var orada bir tane... pek keyifli, pek güzel... -di... -diiii..... aaaa tabureleri kalkmış.... sokak bomboş.... sonra tüm sokakları, bildiğimiz bilmediğimiz tüm kahveleri aradık taradık... sokakta oturup bir şeyler içmek mümkün değil... ister ev olsun, ister sokak insansız ne çirkin... ne çirkin... e bu çirkinliğe rağmen yapılıyorsa demek ki ben yanlışım...

- beyoğlu ne çirkin olmuş, ne vahim dediğimde bana "aaaa sen ne endişeli modernsin" diyen, teşhis koymaya hevesli canların aklını anlamakta zorlandığım için herhalde ben yanlışım...

- erzurumda sokakta sigara içtiği için sokakta linç edilmeye çalışılan bir kadın yüzünden ne kadar korktuğumu söylediğimde "ama ramazan'dayız" diyenlere boş boş baktığım için ben yanlışım sanırım...

- belediye otobüsüne basketbol şortuyla binen genç bir kadın yuöruk yediğinde kılını kıpırtdatmayan şoför, yolcular hakkında "yok artık!!!!" dediğimde "e ne yapsınlardı" diyenlerle aynı coğrafyada yaşadığım için ben yanlışım herhalde...

- üç kişilik bir ailenin asgari geçimi 3082 liraymış.... beymen'de ortalama bir çanta fiyatı...

- somali hakkında da yazacaktım ama pınar öğünç yazmış içimden geçenleri... Kızılay genel müdürü çıkıp konuşuyor ama "çok yardım yaparsak rahata alışırlar" diye bu durumda hem ben hem de Pınar yanlış...

- yalan söylemenin, yaptım oldu, olmadıysa da çok gürültü yaparım, ağlarım, bağırırım, dedikodu yaparım benim yaptığım iyi olur diyenlerin yüzüne vurmaktan ben sıkıldım, onların bir suratı kızarmadı... demek ki ben yanlışım....

kısaca ben yanlışım... anladım yafu.... belki de bu kadar yanlışken gitmek gerek....

Monday, June 20, 2011

annemin aldıkları

bugün annemlerde odamı depodan çıkarıp, bir arşive benzetmeye çalışırken bir liste buldum... üzerinde tarih yok... sanırım lise defterlerinden biri... albümlerimin listesini yapmışım... başlık biraz nostaljik "kaset listesi"... şimdi o kasetlerin hepsi kırık bir valizde, odadaki devasa çalışma masasının altında duruyorlar... kaset listesi ikiye ayrılıyor... orjinaller ve çekimler... aslında çekimlerin yanına da parantez açık p., r., k. koymuşum ama ne olduklarını anlamam - zira hatırlamıyorum - biraz sürdü... plaktan çekim, radyodan çekim, kasetten çekim....
listenin başında iki isim var... annemin aldıkları... tanita tikaram ve tracy chapman... kasetlerini arayıp bulmadım... yalan yok... o bavulu açmak zor, tozlu, göz yaşlı, kahkahalı, dolu gelecekti... ben de youtube'dan iki şarkısını dinledim....


Saturday, June 18, 2011

bugün sınav var


volkan bugün sınava girdi. benim bir öss-öys deneyimim var. volkan sınava girme konusunda uzman... bu kaçıncısı.... sanırım 12... hatta 13 bile olabilir... neler deneyimlemiştir arada kim bilir... ama bu sefer kızıp gelmiş... gerçi geçen sene de homurdanmıştı ama....
konu: metro jetonu... nasıl mı?
volkan sınava giderken yanına kağıt para dışında bir şey almadı, bir tek metal olmayan metro jetonu. girişte polisler metro jetonunu da almaya kalkıyor, kalkınca hem polislerin kendi inisiyatifleri olduğu için, hem de potansiyel kopyacı olarak görülmekten, en sonunda, sıkılan ve deliren volkan patlıyor... polis, volkan'a "bana ne kızıyorsun" demiş, volkan da "kime kızayım" demiş...
seçim söylemi yuvarlanmacasında ortadan kaybolan konulardan biri de bu sınav ve ösym... ben neye kızgın olduğumu söyleyeyim o zaman, kime kızmam gerektiğini birlikte buluruz belki...
sınava giren her bir adaya POTANSİYEL kopyacı muamelesi yapılmasına... benim ödediğim vergiden alınan kurşun kalemlere ve 372.000 liralık nane şekerine... insanların saatlerinden, yüzüklerine kadar herşeylerine el konulmasına.... sınavla ilgili sıkıntılar ösym içinden yaşanırken, öğrencilere fatura edilmesine... bundan önce olanları saymayacağım ancak, en son tıpta yeterlilik sınavında 100 sorudan 75'inin aynı yerde ve aynı sorular olmasına rağmen sadece koordinatörün yerinden edilip ösym başkanının koltuğunda rahat rahat oturmasına...
biraz bozuluyorum sanırım....



Thursday, June 16, 2011

canım sıkkın

Derdim seçim sonuçları, lakin derdim AKP değil... nasıl oluyor? şöyle oluyor...
seçimlerden sonra yapılan yorumlar canımı sıkıyor biraz... düşünün ki bir ülkede seçim barajı var... bu baraj %10'nun altında olan tüm grupların, siyasetlerin, fikirlerin varlığını yok sayıyor...
dolayısıyla temsili demokrasi içinde var olamıyor "azınlıklar" ya da sayısı az olanlar... biliyoruz ki temsili demokrasi kafa saymaca usulü işliyor... bir taraftaki, bir gruptaki kafalar sayıca fazla ise temsil imkanı buluyor... azsa... olmasa da olur...
bu yok sayma o kadar sık "aman dikkat" diye tekrarlanıyor ki... azınlık kafalarının buluştuğu yerlere gitmemeye başlıyor insanlar... diğer bir deyişle azsan işe yaramıyor diye anlatıyor birileri... o yüzden "çok"a meyil ediyor azlar... ya da çok olmak için meyil ediyorlar.. buna da demokrasi deniyor... barajın altında kalacak partilere oy vermeyin, oyunuz çöpe gider en çok duyduğumuz söylem değil mi aciba...
hani neden çöpe gitsin, bu da başka bir fikrin dillenmesi... bu da başka bir görüşün dile getirilişi... yok... nerede... eğer iktidar değilsen ya da iktidara talip değilsen çöpe gider....
gitmez yahu... eğer bu alan bir tartışmalar alanı ise... eğer bu alan bir istişare alanı ise... eğer bu alan bir akıl çarptırmaca alanı ise ne kadar çok fikir, o kadar çok akıla varamıyoruz bir türlü...

ne kadar çok oy, o kadar güçlüyüm aklı beni benden alıyor... oyları partiler alıyor, temsilciler değil, oyları genel başkanlar alıyor, temsilciler değil, oyları taraftarlıklar alıyor, temsilciler değil... partiler listeleri asıyor... biz de gidip onların belirlediği listelere oy veriyoruz... elbette bağımsızlar dışında...

bir de türkiye'nin partisi olma durumu var... tüm partiler için ne kadar türkiye'nin partisi tartışması yapılıyor... türkiye'de bu kadar tek düze insanlar mı yaşıyor ki, her parti her yerin temsilcisini çıkarsın... kentte, köyde, kadın, erkek, farklı etnik gruplar.... herkesi temsil etme kaygısı neden acaba... bu kadar mı siyasetsiz kaldık.. kaldık galiba...

canım sıkkın işte... görünmezler yüzünden, kafa saymaca yüzünden, sesleri duyulmayanlar yüzünden....

sonra çıkıp ister AKP'li, ister CHP'li isterse de MHP'li yöneticiler olsun ne kadar güzel bir demokrasi sınavı verdiğimizden, sandığa gidişin %87'i bulduğundan dem vuruyorlar... hiç bahsetmiyoruz ama 1.000.000 yakın oyun geçersiz sayıldığını, sandığa gidenlerin seçimlerinin barajlarla engellendiğinden, sandığa gidenlere ilgili ilin milletvekili adaylarını sorsan cevap veremeyeceklerinden...
biraz nike mı, adidas mı; mango mu zara mı tartışmasına benziyor galiba... keşke benzemese...


Saturday, June 04, 2011

biraz canım sıkkın...

ruh halimden memnun değilim yaw... biraz canım sıkkın... umarsız halimle ne yapmam gerektiğini umar-lı halim düşünüp duruyor... auguste'yle bir ufak konuşasım var. auguste kim mi? rodin yafu... umar-lı halim rodin'in düşünen adamı gibi duruyor... ama duruyor... umarsız halimse - iklimden herhalde - amaaannnnn diyor... :)
derste öğretmişlerdi aslında, belirsizlik hali panikle sarmalanınca öfke, korku ve umarsızlık ziyarete geliyorlardı sanırım...
eksik kaldı mı hatırlamıyorum, ziyaretin sırası nasıldı onu da hatırlamıyorum...
amaaannnn... ne yapalım...

Monday, May 09, 2011

hapşu

"alerjik" oldum... bahar geldi alerjik oldum.... toza alerjik oldum... deterjan kokusuna... artık çileğe değil, ama çokça çikolataya... bazıları somut, bazıları değil...
alerjik olduklarımı sıralarsam somut alerjik maddeler arasında bazı isimleri sayabilirim... burnum akıyor, hapşırıyorum... bazen öskürük bile yapıyor.... insanlara alerjik olmak üzmedi de beni toprak'ın kepeklerine de alerjik-mişim... en çok ona canım sıkıldı.... polenlere değil ama memleketin genel iklimine alerjik'im sanırım ....
alerjik oldum.... hihi...

Friday, May 06, 2011

reset ....


malum ders veriyorum ben ya... bazen öğrencilerim beni şaşırtıyorlar... hem de çok... nasıl mı? geçen hafta derste ösym'i konuşuyoruz. şifreye rağmen açıklanan puanlar, bir bakınca çok, bir bakınca az görünen puanlar, gösteri yapan çocukların karşısına çıkarılacak yeni çocuklar... neyse efendim konuşuyoruz, sınıftakilerden biri dedi ki "hocam, kardeşim diyor ki yine de iyi puan aldım. ne de olsa önümde hem şifreciler var, hem de fenciler var" ben de dedim ki "kabulleniyor mu kardeşin ya da sen bu puanı" evet dedi öğrencim, evet. çok iyi anlayamadığım için tüm sınıfa sordum. bu sınavı iptal etmek gerekmez mi diye... hayır dediler...
anlamadım, inanamadım.... hala da anlamıyorum aslında... olan oldu mu, zaten değiştiremem mi yoksa daha fenası bir gün bana da piyango vurur mu...
bugün dedim ki geçen hafta şifrecilerden bahsetmiştik, bugün gelirken insanlar emniyet şeridinden vın vın geçtiler... sinir oldum, ben de şifrecilere benziyorlar... öğrencilerim çok şaşırdı... bazıları kınadı emniyet şeridçileri... bazıları da dedi ki... ben de yapıyorum....
galiba bana bir reset lazım.. sonra ne yükleriz onu bilemiyorum....

Wednesday, April 27, 2011

aklıma sığmayanlar...


madem köşe yazarı olamıyorum, o zaman köşe blogu olayım, yok blog köşesi olayım, yok ama blog yazarı olmayayım :P

bugünün aklıma sığmayanları:

13 yaşında bir kız çocuğu, dikkat ÇOCUĞU, erkek çocuklarla çok yan yana görüldüğü için okul müdürü tarafından zorla hamilelik testi yapılmaya gönderilmiş. dahası annesi de "temiz" çıktı demiş... Hımmm.... şimdi desem ki müdür amca sana ne, sana mı düştü, hayır dert kız çocuğunu korumaksa o zaman git sosyal hizmetleri çağır, hamilelik test-çisini değil!!!!!
çocuk bu ya... bakirelik testi de yaptırsaydın bari...

insanlık anıtını'nın yıkılma projesinin, proje adı içimi acıttı. "İnsanlık Anıtı'nın Yıkımı Projesi"....

grup kabahat'la tanıştık bugün. sağolsun ntv! grup kabahat mı? kim mi? 3 tane lise öğrencisi... 23 nisan'da kuğulu park'ta gitarları ile takıldıkları için kabahatlar kanunu'na dayanarak ceza yemişler.... işte budur canım polisim... memlekette her şey bitti... bir kuğulu park'taki gençler kalmıştı ceza yazacak... içim rahatladı...
çılgın projeden bahsetmeyeceğim... herkes bahsediyor... 20 milyar doları geçecekmiş....

ben gidip vampirli neyin bir dizi seyredeyim... buffy de olur, angel da.... daha gerçek oluyorlar....

Monday, April 25, 2011

yasaklaaaaaa - maaaaaaaaa

dilimin ucuna gelen özlü sözleri sıralama niyetiyle her blogger yazışımda karşıma çıkan "oopppsss" yazısından da anlaşılacağı üzere 1. ben bir google chrome kullanıcıyım 2. blogger açılmıyordu son bir kaç gündür....

halbuse memlekette olaylar olaylar.... benim küçük aklım da almıyor elbette hiç birini....
mesela....
mesela malum üniversite sınavında bir şifre tartışması oldu, sayın başkan, namı diğer ali demir, önce yok, sonra var ama "oluvermiş" hatta "zararsız", sonra da var, o zaman ben bir e-mail atayım çocuklara dedi... sonra bir ales sınavı yapıldı... ama bazıları için yapılamadı.... soru kitapçıkları yanlış basılmış, yedek kitapçıklar eksikmiş....
hımmm konu komplo teorileri ile kim nasıl faydalandı değil. bugün sevdicek söyledi ben de pek beğendim. konu bunca para harcanırken, neden bu insanlar işleri düzgün yapmıyorlar aciba....
e peki o zaman :P

Wednesday, March 30, 2011

-muş gibi....


akıl durması... horkheimer sen çok yaşa!

gazetedeki haberleri tekrar ediyorum...
9 yaşındaki Fırat adındaki bir çocuk annesi ve anneannesi tarafından dövülerek öldürüldükten sonra parçalara ayrılıp çöp kutularına atılırken durum polis tarafından farkediliyor. buraya kadar üzücü, hatta ürkütücü... ama bundan sonrası öfke duymama neden oluyor... yerimde zıp zıp zıplıyorum... komşular diyor ki 155'i aradık, muhtara gittik, okula göndermiyorlardı o yüzden okul müdürüne gittik, karakola gidip komisere haber verdik... babasına haber vermelerini ve anne-anneannenin üzerine yürümelerini saymıyorum bile... polis, muhtar, okul müdürü... tüm bunların sonunda herkes topu birbirine attığı için kimse parmağını bile kıpırdatmıyor ve dahası kıpırdatmamak için onlarca sebep/mazeret sıralanıyor... sonuçta 9 yaşında bir çocuk, uzunca bir süre sürekli fiziksel ve daha nice şiddete maruz kaldıktan sonra ölüyor.
şimdi....
benim bazı şeyleri aklım almıyor... mesela 155'ten sonra, karakoldan sonra SHÇEK nerede? hani çocuklarımız en kıymetlimizdi? bu insanlar neden para alıyor acaba? neden benim vergim bu insanlara ödeniyor? neden ben bu kadar basiretsiz, beceriksiz ve tembel insanların kiralarını ödüyorum?

çocuk hakları konusundaki eleştirel tutumumu ve sorularımı bilenler bilir. ancak mevzu sadece çocukları korumak değil. bu yüzden sadece basın bülteni ile geçiştirilemez bence. "göreve davet" eden basın bültenleri, ne yazık ki ben bildim bileli göreve davetlerini sürdürmekteler. lakin davete icabet nezakettendir der sevdicek... nezaket ve iyi niyet kuşkua düşmüşse eğer, ki benim kuşkumdadır kendileri, o zaman davetten öteye gitmek lazım....

yeri gelmişken... bu -mış gibilik durumu daha kaç cana mal olur, kaç kişi ölür bilemiyorum... ama akıl sağlığıma iyi gelmiyor ondan eminim.
polis dinliyormuş gibi yapar, muhtar ilgilenirmiş gibi davranırsa, davet edermiş gibi, önemsermiş gibi yapmaya devam edersek eğer... bir süre sonra, belki de çoktan, yaşıyormuş gibi yapıyor olabiliriz...
zira mevcut iklim yapmadan ya da yapmasan da yapıyormuş gibi görünmek üzerine kurulu.... -muş gibi durumunu açık ettiğinde, dillendirdiğinde, görünür kıldığında ise hoşuna gitmiyor kimsenin... hay allah!


Tuesday, March 29, 2011

ezio.....

kendimi assasin's creed'e bağlayıp, orada takılmak istiyorum bu aralar... bu kadar sürrealite içinde tercih edilir olabilir 1503'te yaşamak...
hem raphael, leonardo gibi arkadaşlarım olurdu... roma senin florensa benim çatılarda dolaşırdım...
evet evet... hayatımdaki tüm anahtarlardan 1 haftalığına kurtulmuşken ben en iyisi bu kafadan da kurtulayım :)

Tuesday, March 01, 2011


bir cancan, bir süreliğine uzaklara gitti... içimde "arkadaşım eşek" kıvamında bir his var....burada eşek ben oluyorum :) köyden göçen de avican oluyor... kendimi biraz yalnız kalmış hissediyorum ... hatta şimdi telefon ettim, hani hala amsterdam'dadır diye. hala amsterdam'da, lakin telefonu kapalı .... burnumun ucunda tüttü :)
iyi olsun iyi olsun ....

Monday, February 28, 2011

olur mu hiç 3 kulak dön de aynaya bak....

bu ara sıklıkla aynaya bakma ihtiyacı içindeyim galiba ... "merhaba" dışında hiç ilişkim olmayan bir takım insanlar bazen yüzüme, bazense arkamdan benim kibarlıkla "eleştiri"... başka birilerinin ise ".ok atma" diyeceği yorumları oluyor...
yüzüme olanlara kendimce ve de kibarlıkla cevap veriyorum. örneğin bir bana durup dururken keçi diyince cevabım gülümsemek oluyor... zira galiba keçi gribi oldum deyince sana en yakışanı da bu olurdu zaten diyene, ne denir... domuz gribi olsaydım o zaman da en yakışırı o olacaktı. ayrıca keçi sevimli bir hayvan :) domuz sevimsiz demiyorum yanlış anlaşılmasın. miss piggy yıllarca idolüm oldu zira. dert ilkokul 3. sınıf kıvamında takılmakta. aman buradan da ilkokul 3. sınıf-phobic olduğum çıkmasın. ilkokul 3'ü deneyimleyeli çok oldu, deneyimden gelen akla da inanıyorum. velhasıl denk gelmiyor akıl akışları...
bazıları egomun ne kadar büyük olduğundan dem vuruyor-muş... e o da olur... ego bu mazallah... büyür de küçülür de... lakin sorasım var egomun büyük olduğundan yakınanlara merhaba dışında hiç bir işte yan yana gelmemişken nasıl oluyor bilebiliyorlar benim egomun hacmimi... ya da insan anlar mı kendi egosu kocaman olmasa bir diğerinin büyüklüğünü... deneyim diyorum da başka bir şey diyemiyorum...
alana ilişkin bir tespitim var bu deneyimlerden ve gözlemlerden... öncelikle herkes arkadaş olmalı gibi bir eğilim var, ki hepimiz arkadaş değiliz. -mış gibi yapıyor olabiliriz, ama arkadaş değiliz. tanıdık olabiliriz. ama emek vermeden arkadaşlık olmaz ekolünden geliyorum ben. dolayısıyla emek verecek kadar bile yan yana gelmeyen biz faniler nasıl oluyor de gökten 3 elma düşmüş kıvamında arkadaş oluyoruz.
ikincisi, hepimiz ne kadar ulvi işler yapıyorum ben kafasını anlamıyorum. düşünmeye, eleştirmeye, eleştirilmeye alan bırakmamak niye... bir de ekleyesim var doğrusu... ben ki sivil toplumu ve insan haklarını en çok tartışanlardan biriyim, neden başka alanlara ilişkin ne düşündüğümü söylemiyorum ya da söylememeliyim... fezaya füze göndermiyoruz... ki göndersek ne çıkar... onun üzerine de konuşurduk eğer gönderseydik....
son olarak, söylemezsem çatlarım kısmına geldik. kimse derdini söylemiyor, kimse de sorunu benimle konuşmuyor. ben de mevzuları -mış, -mişlerle öğreniyorum. bu ne perhiz bu ne lahana turşusu yahu....



Friday, February 11, 2011

- tezim tezim güzel tezim... söyle bana var mı senden güzeli bu dünyada...
- portakaldaki vitamin, profiterol üzerindeki çikolatayım... ne güzeli beahhhh....

surreal derken başkanım ....

etrafımda olup bitenlere bazen şaşkınlıkla bakakalıyorum. durduğum noktadan başlayarak çeşitli halkaların içinde yer alan ben, her gün olmasa da, zaman zaman, etrafımda dönüp en iç halkadan en dışa doğru anlamaya çalışıyorum yaşananları...
gazeteler bu anlamlandırma çabasında önemli kaynaklar elbette... bir de haber bültenleri ve haber programları var ki bu kaynaklar çoğu zaman dış halkalara ilişkin bilgi veriyorlar. bugün sabah gazeteyi okurken ve ardından haberlerde gezinirken hepsi ardı sıra geldiği için gerçek-üstü budur dediğim olaylara tanık oldum.
sırasıyla, mısır'da insanlar sokaklarda günlerdir ve bazı köşe yazarları bunun aslında yabancı-batılı güçlerin komplosu olduğundan dem vuruyorlar. asıl irade mısır'da sokaklarda protesto edenlerin değil de batılı güçlerin-miş....
pınar selek'in 3. kere beraat ettiği dava ile ilgili olarak tam sevinemeden öğreniyoruz cumhuriyet savcısı kararı beğenmemiş ve değişmesi için harekete geç-miş...
egemen bağış'ın kıymetli ceketi "yumurta" saldırısından lekelenince, yumurta atan öğrenciyi dava etmişti ceketimi lekeledi diye, öğrenci beraat etmiş... yumurtalı saldırı diye tanımlı bir suç olmadığı için... dahası dava eden egemen bağış rahat et-miş öğrenci ceza almayınca...
memlekette her gün 2-3 kadının dövülerek, bıçaklanarak, kurşunlanarak öldüğünü öğreniyoruz. ama aliye kavaf'a göre bunların hepsi münferid'miş.... (bu arada münferid : yalnız, tek başına demek - e her gün 1'den fazla kadın öldürülüyorsa nasıl münferid oluyor-muş .....)
daha var aslında..... duruyorum... neden.... çünkü hepsi aynı anda gerçekten gerçek-üstü kanımca...

Saturday, February 05, 2011

biutiful




bir nazar var üzerimde herhal.... başka ne olabilir ki :)
javier bardem'in son filmine gitmeye karar verdim rana ve eren ile birlikte... planlar yapıldı, biletler alındı... buluştuk ve filme doğru yollandık... sonuç... filme girerken erenin dirseciği şakağımla gözüm arasında bir yere çarptı, lensim düştü.... önce direndim... ilk yarısını da seyrettim hatta... ama ilk yarının sonuna doğru baktım her şeyi bulanık görüyorum sonunda vazgeçtim ve yarısında çıkıp eve doğru yollandım :) filmin ilk yarısı bence çok iyiydi... sonrası nasıl olur bilemedim ama gayet keyifliydi...
neyse iyi de oldu bir taraftan çünkü tez için çalışmam lazımdı, ben de geldim bilgisayarı açtım... en son 2 gün önce yazmıştım ya... o günden bugüne ne yaptım... "bugün tezin için ne yaptın" sorusuna bugün değil ama en son dün yapmıştım diye cevap vereceğim efendim... sex manuels ile ilgili bir makale vardı. hem de 1971'de yazılmış, onu okudum ve bizdekilerle ortak noktalarını çıkardım. bahsettiğim Hanne Blank'in kitabı henüz bitmedi. bu akşam kısmetse...

ha bir de kutsal tez defteri ha bitti, ha bitecek... bir de karmakarışık durumda artık... sanırım yeni bir tez defteri yaratmanın tam zamanı :)

şimdi azıcık assasin creed oynayıp kitabı bitirmek için çalışmaya başlayacağım :)

Thursday, February 03, 2011

teze dönüş...


malumunuz blog'a estikçe yazıyorum... bazen sağdan esiyor, bazen soldan... hem ölüler, hem deliler diyarından esiveriyor... yazıveriyorum... zaman zaman ruhum sıkılıyor, dişlerim sıkmaktan acıyor yazıyorum... bazense söylenerek tüketemiyorum... e o zaman da yazıyorum :) kısaca bitmeyince, tükenmeyince yazıyorum...
hayatımda bitip tükenmeyenlerden biri de doktora... önce sınava girip doktoraya kabul oluyorsun... sonra dersleri veriyorsun... hemen ardından önce bilim yeterlilik sınavını veriyorsun, ardından doktora proposal (öneri) sınavına giriyorsun... bitmiyor... ardından yazmaya başlıyorsun... yazıyorsun, yazıyorsun bitmiyor...
ben de dedim ki.... bari bitirmeye yakın tez çabamı da yazayım... nasılsa yukarıda saydığım tüm diş sıkma, saçlarımı yolma, devamlı söylenme gibi tüm semptomlar var bu vakada :)

durum şudur... yaklaşık 1 aydır hafif ara verdim doktora için yazmaya şimdi tekrar geri dönüyorum yazıp çizmeye... oh oh....
durmadan da kendime yaz, bitir, kurtul üçlüsünü tekrar ediyorum...

bu akşam Hanna Blank'in "bekaretin el değmemiş tarihi" kitabındaki son bölümü
bitirmeyi hedefliyorum ki alıntılarını alıp, cinsellik chapterındaki ilgili bölüme
yerleştireyim... yarına kadar kendime deadline
verdim ...
hemen eklemek lazım bu karar beni mısırdaki
mevcut durumu izlemekten alıkoyamayacakkk!